9 Aralık 2013 Pazartesi

ANKARALI MARTILAR

Onları ilk gördüğümde, dönüp bir daha bakmak zorunda kalmıştım. Sabahın erken bir saati işe gidiyordum ve belki de uykusuz gözlerimin bana oynadığı bir oyundu bu. Ancak tekrar baktığımda, gördüğüm manzaranın gerçek olduğunu kavrayabildim. Buradaydılar. Bozkırın ortasında bulabildikleri bir derenin üstünde uçuyorlardı.
Oysa benim için, martı demek deniz demekti. Ondandı şaşkınlığım. Atılan bir simit parçası için kavga ederken sesleri dalga seslerine karışan; dalgakıranlarda güneşin keyfini çıkaran, “denizin sokak çocuklarıydı”* onlar. Ama en yakın denize 270 km uzaklıktaki Ankara’da, öylece çıkıvermişlerdi karşıma.

Yemek aşkından mı macera aşkından mı bilinmez, kasım ayında takılıp balık taşıyan arabalara, kilometrelerce uzaktan geliyorlarmış meğer. Geldikleri bu soğuk ve yabancı şehirde, balıkçı kamyonu gidip, denizin olmadığını da fark edince, nasıl da panik oluyorlardır kim bilir. Ama yaşam, devam ediyor bir şekilde. Balık halindeki balıklarla beslenip, Hatip çayında ve Mogan gölünde vakit geçiriyor; havalar ısınıp, balık mevsimi bitince de gidiyorlarmış. Denize ulaşıp ulaşamayacakları meçhul de olsa, terk ediyorlarmış bu şehri.

  Hepimiz, biraz onlar gibiyiz aslında. Yaptığımız seçimlerin bizi götürdüğü yer doğamıza aykırı da olsa, alışıyoruz bir süre sonra. İşe gidiyoruz, yemek yiyoruz, nefes alıyoruz. Yaşamaya devam ediyoruz. Rutinleri, hayattan alınacak keyiflere tercih ediyoruz çoğu zaman. Üstelik onlar kadar cesur da değiliz. Sonunu bilmediğimiz yollara çıkamıyoruz. Neyse ki bizim aramızdan da Jonathan Livingston’lar çıkıyor. Kendimiz doğamızın çağrısına uyamasak da en azından değişime ilişkin ümitlerimiz yaşamaya devam edebiliyor.




  

*Can Yücel - Martılar ki

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder