Onları ilk gördüğümde, dönüp bir
daha bakmak zorunda kalmıştım. Sabahın erken bir saati işe gidiyordum ve belki
de uykusuz gözlerimin bana oynadığı bir oyundu bu. Ancak tekrar baktığımda,
gördüğüm manzaranın gerçek olduğunu kavrayabildim. Buradaydılar. Bozkırın
ortasında bulabildikleri bir derenin üstünde uçuyorlardı.
Oysa benim için, martı demek
deniz demekti. Ondandı şaşkınlığım. Atılan bir simit parçası için kavga ederken
sesleri dalga seslerine karışan; dalgakıranlarda güneşin keyfini çıkaran,
“denizin sokak çocuklarıydı”* onlar. Ama en yakın denize 270 km uzaklıktaki Ankara’da,
öylece çıkıvermişlerdi karşıma.
Yemek aşkından mı macera aşkından
mı bilinmez, kasım ayında takılıp balık taşıyan arabalara, kilometrelerce
uzaktan geliyorlarmış meğer. Geldikleri bu soğuk ve yabancı şehirde, balıkçı
kamyonu gidip, denizin olmadığını da fark edince, nasıl da panik oluyorlardır
kim bilir. Ama yaşam, devam ediyor bir şekilde. Balık halindeki balıklarla
beslenip, Hatip çayında ve Mogan gölünde vakit geçiriyor; havalar ısınıp, balık
mevsimi bitince de gidiyorlarmış. Denize ulaşıp ulaşamayacakları meçhul de
olsa, terk ediyorlarmış bu şehri.
Hepimiz, biraz onlar gibiyiz aslında. Yaptığımız seçimlerin bizi
götürdüğü yer doğamıza aykırı da olsa, alışıyoruz bir süre sonra. İşe
gidiyoruz, yemek yiyoruz, nefes alıyoruz. Yaşamaya devam ediyoruz. Rutinleri,
hayattan alınacak keyiflere tercih ediyoruz çoğu zaman. Üstelik onlar kadar
cesur da değiliz. Sonunu bilmediğimiz yollara çıkamıyoruz. Neyse ki bizim
aramızdan da Jonathan Livingston’lar çıkıyor. Kendimiz doğamızın çağrısına
uyamasak da en azından değişime ilişkin ümitlerimiz yaşamaya devam edebiliyor.
*Can Yücel - Martılar ki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder